30 Ağustos 2015 Pazar

TUVALET EĞİTİMİ ve İZNİM BİTTİ


                           Herkese merhaba :) 

                     İzine ayrılırken niyetim bloğuma bol bol yazı hazırlamaktı ve ben bu kadar ara vereceğimi hiç düşünmemiştim.

                    '' Her zamanki gibi aceleyle çıktığım iznim bir su gibi geçti ve çok dinlenerek 
döndüm '' demek isterdim tabi . Aslında çok içimde kaldı şu köşe yazarlarının bıraktığı 
notlardan bırakmak :)  Yazarımız bir hafta yazılarına izin vermiştir diye... Tabii 
benim bir hafta tatil küçük oğlumun birdenbire kendiliğinden bırakmak istediği bez sebebiyle 
2 haftaya uzadı. Planlar yapıyoruz , düşünüyoruz . Hepimizin gündemi farklı farklı . Bu yazı bebek büyütenleri hemen çekti mesela . Ay nasıl geçti , neler oldu ? Toplum olarak gündemimiz de farklı. Çok uzun zamandır terör iğrenç yüzünü bu kadar göstermemişti.

                     Gazete ve haberler acıyla dolu şu aralar...İnşallah geri dönüp bu yazıyı tekrar 
okuduğumda hepimiz için huzurun , güvenin ve barışın hakim olduğu ülkemin doğusuyla batısıyla bir ve birlik içinde yaşadığı günlerde oluruz. Bütün çocukların sokaklarda huzurla koştuğu ve mahalle bakkallarından sakız çikolata aldıkları günlerde.

             Mutluluk bulaşıcıdır aynı gülümseme ve kahkaha gibi . Beynimizdeki ayna nöronlar şahit olduğumuz olayları aynen biz yaşıyormuşuz gibi nörotransmitter dediğimiz kimyasallar salgılatırlar. Bazen zorlanıyorum. İnsan denen varlığın bilimsel tepkilerini bu kadar bilmek hayatın akışında zaman zaman duraklatıyor. Ama bazen de ne aşırı acıların ne de çok uç mutlulukların devamlı olmayacağını bilerek ayakları yere sağlam basmak yararlı oluyor. Demem o ki ben yaşanan bu kadar toplu acı içinde uzun uzun tatil keyfi yapamayacağımı bildiğim için evimde geçirdiğim iki hafta çiş kaka eğitimi ve kreşe alıştırma çalışmaları ile tamamlandı. Konu ile ilgili ayrıntılı gözlem ve deneyimlerimi paylaşacağım . Tekrar kocaman bir merhaba :) Yazmayı gerçekten özlemişim...

( NOT :  Amacım asla tatil yapanı yargılamak değildir. Bir hekim olarak dinlenmenin beden ve ruh sağlığı açısından önemini tartışmam. Benimki kendini tanımakla ilgili kişisel bir tercihtir.)


14 Ağustos 2015 Cuma

ŞİİR DURAĞI - 3

Yahu kadın !
Ben seni darmadağın seviyorum.
Nedir bu derlitoplu olacağım derdi?
Saçın dağınıkmış 
Üstün başın berbatmış
Yüzün gözlerin yorgunmuş
Bunlardan bana ne?
Geceler boyu yüzüme gözüme bulaşan başkası sanki!
Ben seni benim dağınıklığıma karışasın diye sevdim.
Hangi ağacın bir diğerine karışmış kökleri düzgün ki?
Hangi dağ bir öbürünün hizasında?
Hangi göl kıvrım kıvrım değil?
Hangi bulut öyle, onlar kadar dağınık?
Onlar kadar güzelsin diyorum. 
Uzayan gölgem ol,
Karanlığınla bile dokun, yeter diyorum
...Dinletemiyorum.
Ahmet Bahadır Uge  (alıntıdır)

MECNUN ' UN LEYLA 'SI


                      Mecnun yıllarca yanmış Leyla'nın aşkıyla. Öyle sevmiş öyle sevmiş ki , herkes merak etmeye başlamış ve hayal etmiş bu kadar büyük bir aşkla sevilen Leyla'yı . Herkes güzelliğinden bahsetmeye ve kendince yorumlar yapmaya başladığında , söylentileri duyan devletin sultanı da eklenmiş meraklılar kervanına . Öyle merak etmiş ki dayanamamış , emretmiş , çağırmış  huzuruna . Tabii ki gelmiş Leyla . Sultan tarafından süzülmüş bir süre . Sevilen kadının en güçlü ismi en devletlinin huzurunda. Sultan susmuş , Leyla susmuş . İrade susmuş , Şems susmuş ... 




                   Sonra iradenin timsali sormuş yakan Leyla'ya '' Sen son derece sıradan bir kadınmışsın . Hatta çirkin bile sayılırsın . Nedir sendeki Mecnun'u yakıp kavuran ? '' Ve cevap gelmiş Leyla'dan ''Sultanım ; evet ben sıradan bir kadınım . Hiç bir üstün vasfım yok . Ancak beni gerçek halimle görebilmeniz için size sadece iki şey lazım .'' Koca sultan , her şeyin sahibinin hiddeti yansımış bakışlarına . '' Bende olmayıp Mecnun 'da olan şeyler ne ? '' Cevap vermiş Leyla '' Beni  Mecnun'un kalbiyle gören gözler sultanım. Sadece o iki göz...''



                  Bazen fiziksel özellikleri çok uyumlu olmayan çiftler görürüz . Hatta bununla ilgili şanslı tarafı fiziksel yönden zayıf olan taraf olarak değerlendirir ve çirkin şansı şeklinde cümleler kurarız. Oysa şanslı olan gerçekte hangisidir ? Fiziksel  güzelliğin fark edilmesi kolaydır . Güzel olan dikkat çeker , beğeni alır. İnsanın doğasında güzele çekilme vardır. Güzele bakmak sevaptır derken bir taraftan kastedilen de ; fiziksel olarak güzel bulunan kişi , nesne ya da kavramları fiziğin ötesinde zihinsel boyutlarda değerlendirme ve zihin , düşünce , algı süreçlerini harekete geçirme sonucu elde edilen bilinç yükselmesidir.

                   Fiziksel güzellik önemlidir ama görecelidir . Kişi genellikle kendine çok benzemeyenleri çekici bulur .Tam tersinin görüldüğü durumlar da vardır. Narsizm gibi patolojik boyutlarda kişinin kendisine hayran olmasına kadar gidebilir bu . Fiziksel güzellik göreni ve sahip olanı tatmin etse de içten içe fiziksel yasalar gereği yerçekimi ve zamana karşı duramayan dokuların yıpranmasının önüne çok istense de geçilemez. İnsanoğlu yıpranan ve birgün kaybedeceği kavramlara kalben bağlanmakta zorluk çeker. İçten içe zihin kaybedebileceğini düşündüğü andaki acıyı duyar. Bu noktada zamana meydan okuyan güzellikleri değerlendirebilir miyiz sorusu gelir. Klasik olarak iç güzellik tamlaması içindeki anlam nedir ?

                Mecnun'u Leyla'ya deli divane aşık edecek kadar Leyla'nın sahip olduğu neydi ? Bu sorunun cevabını çok merak ediyorum ama tamamen cevabı alamayacağımı da biliyorum artık . Çünkü birisinin dudak kıvrımını , göz rengini , gamzesini çok çekici bulabileceğimiz gibi iletişim tarzını , davranışlarındaki letafeti ya da tam tersi cabbarlığı ve sertliği de çekici bulabiliriz. Bu bireysel farklılıklarımızın oluşmasında da içine doğduğumuz kültür , aile ,yaşadığımız toplum ve bu konudaki değer yargılarımızı ve algılarımızı etkileyen yaşanmışlıklarımız  etkili olacaktır. 

                Mecnun'un gözleriyle Leyla'ya bakamadıkça Leyla'da gördüğünü hep merak edeceğim . Herkese bol kepçe yemek dağıtan Leyla'nın sıra Mecnun'a geldiğinde kepçenin tersiyle tabağına vurup yemek vermediği anda herkes gibi savunmaya geçip öfkelenmek yerine bu davranışın alt notalarını okuyup ''  Ya bana da sizler gibi davransaydı ? '' diye sevinçten deliye dönen Mecnun'u da sevilmeyi hak eden yüksek bilinçli bir aşık olarak değerlendiriceğim . En azından benim için öyle...




                



 

13 Ağustos 2015 Perşembe

ÇOCUK EĞİTİMİNDE İLKEL METODLAR


                       Çocuklarımızı çok çağdaş metodlarla büyütmeye çalıştık . Hatta bu hayran olduğumuz ve bilimsel bulduğumuz metodlar yüzünden bir nesil bebek eğitim uğruna ağladıklarında kucağa alınmadılar. Bilime çok saygı duyarım ama içgüdüsel öğretilerin de hayatımızdaki yerini asla yadsıyamam.Aşağıdaki alıntı bir Afrika kabilesinin çocuk eğitimi tarzı ile ilgili .Kime göre ilkel tartışılır...



                                                                                       İLKEL EĞİTİM

                                       Uzmanların karşısına çıkan son kabile, çocuklarla kurduğu ilişkinin farklılığıyla dikkat çekiyor.Kabilede yeni doğan çocukların yaşı doğdukları tarihten itibaren değil, annesiyle kurduğu telepatik iletişimden itibaren başlatılıyor.Kabilenin kadınları hamile kalmaya karar verdiklerinde bir ağacın altına oturuyor ve dünyaya gelmek isteyen çocuğun kendisiyle iletişim kurmasını bekliyor.Çocuk annesiyle kurduğu ilk iletişimi, ona söylediği bir “şarkı” ile başlatıyor. Çocuğun söylediği şarkıyı duyan anne bu şarkıyı kocasına da öğretiyor ve ardından hamile kalıyor.Çocuğun annesine söylediği bu şarkı, onun doğum günü olarak kabul ediliyor ve yaşı bu tarihe göre hesaplanıyor.Uzmanlar aynı zamanda bu şarkının o çocuğun doğumundan ölümüne kadar tüm hayatına eşlik ettiğini belirtiyorlar. Anne hamileliği boyunca çocuğun şarkısını kabile ileri gelenlerine ve yaşlı kadınlara öğretiyor...

                                       Doğum sırasında çocuk bu şarkıyla karşılandığı gibi, düşüp bir yerini incittiğinde de yine aynı şarkıyla avutuluyor. Aynı zamanda çocuğu ödüllendirmek ya da ergenlik törenlerindeki başarısını kutlamak için de bu şarkı söyleniyor.

                                    Araştırmacıları şaşırtan diğer bir konu ise kabilenin “suça” ilişkin tutumunda ortaya çıkıyor. Çocuk ilerleyen yaşında toplumsal bir yasayı ihlal eder ya da bir suç işlerse, köy meydanına çağrılıp topluluk tarafından çembere alınıyor ve ona hep bir ağızdan kendi şarkısı söyleniyor.Kabilenin kadim geleneklerine göre, antisosyal davranışları düzeltmenin yolu “cezalandırmadan” değil, “sevgiden” ve o bireye kendi “gerçek kimliğini” hatırlatmaktan geçiyor.


( Alıntıdır )


HİPOKRAT YEMİNİNDEN SONRA

                     


                     Hipokrat Andı M.Ö 460 - 370 arasında yaşamış Hipokrat tarafından yani yaklaşık 2500 yıl önce biz hekimlere bırakılan bir mirastır. Hipokrat'tan sonra Galen , Laennec , Hufeland gibi ünlü hekimler de kendi metinlerini tıp dünyasına armağan etmişlerse de bu yeminlerin sadece isimlerini değiştirmiş , anlam asıl Hipokrat Andı'nda ki gibi kalmıştır. 
                    
                    Hipokrat 2500 yıl önce tıbbın özellik arz eden bir sanat olduğu fikrini benimsiyerek , bu sanatı yapacak olanları belli bir yemin etrafında birleştirmek ve sanatın kutsallığını ifade edebilmek amacı ile böyle bir metni gelecek kuşak hekimlere miras bırakmıştır. Tıp Fakültesinden en son doktor çıkar diye espri mahiyetinde söylenen cümlede doğruluk payı çoktur. Yemini okuduktan sonra bu evrensel sevgi vizyonunda din , dil , ırk gözetmeden yapılabilmesi için yemin edilen bu mesleğin mensuplarının ,sevginin diğer tezahürlerinden en naifi olan sanat gibi dallarda da başarılar göstermeleri normaldir.
                    


                  ''   Bu sanatta hocamı, babam gibi tanıyacağım, rızkımı onunla paylaşacağım, ihtiyacı olursa kesemi onunla bölüşeceğim, çocuklarına kardeşim gibi bakacağım ve öğrenmek isterlerse bu sanatı ücretsiz öğreteceğim; ilaç reçetelerini, şifai bilgileri ve diğer bilgileri sadece ve sadece kendi evlatlarıma, hocamın çocuklarına ve hekimlik kurallarına uygun sözleşmeyle bağlı ve and içmişlere öğreteceğim. Yeteneğim ve hakimiyetim ölçüsünde hastalarımın iyiliği için tedaviler önereceğim ve asla kimseye zarar vermeyeceğim. İsteyen hiç kimseye öldürücü bir eczayı ne vereceğim ne de bunu tavsiye edeceğim; benzer şekilde, bir gebe kadına çocuk düşürmesi için ilaç vermeyeceğim.  Hayatımın ve sanatımın saflığını koruyacağım. İç organlarındaki taşı keserek almayı, hastalığı çok açık olan hastalarda bile, işin ehli olan cerrahlara bırakacağım.  Hangi eve girersem gireyim, bütün kasıtlı kötülük ve suistimallerden ve özellikle de ister hür ister köle olsun erkek ve kadınların vücudunu kötüye kullanmaktan kaçınarak, sadece hastaya yardım için gireceğim . Gerek sanatımın icrası sırasında gerekse insanlarla gündelik ilişkideyken edindiğim bilgileri ortalığa saçmayacağım, bir sır olarak saklayacağım ve kimseye açmayacağım.
                  Bu yemine sadık kalırsam hayatımı ve mesleki uygulamalarımı insanların tümünden ve her zaman saygı görerek mutlulukla sürdüreyim, ama ona ihanet eder ya da çiğnersem tam tersini yaşayayım. ''

              Orjinal hali hemen hemen yukarıdaki gibi olan metnin günümüzdeki kullanımı ise şöyledir

"Tıp Fakültesinden aldığım bu diplomanın bana kazandırdığı hak ve yetkileri kötüye kullanmayacağıma hayatımı insanlık hizmetlerine adayacağıma insan hayatına mutlak surette saygı göstereceğime ve bilgilerimi insanlık aleyhine kullanmayacağıma mesleğim dolayısıyla öğrendiğim sırları saklayacağıma hocalarıma ve meslektaşlarıma saygı göstereceğime din, milliyet, cinsiyet, ırk ve parti farklarının görevimle vicdanım arasına girmesine izin vermeyeceğime mesleğimi dürüstlükle ve onurla yapacağıma namusum ve şerefim üzerine yemin ederim."



                    Şimdi kendi yorumumu hiç katmadan Bitlis Güroymak İlçesi'nden Bitlis Devlet Hastanesi'ne solunum sıkıntısı sebebiyle getirilen ve yoğun bakım ihtiyacı sebebiyle acilen Elazığ'a sevk edilen 5 yaşındaki yavrunun taşındığı ambulansa terör örgütünün yaptığı saldırı sonrası resmi sunuyorum size .Çocuk yetişen başka bir ambulansla sevk edildi , ambulans sürücüsü ise yaralı ...Benim bir hekim olarak kalbim çok kötü sızlıyor. Çünkü benim için o çocuk Türk ' mü Kürt ' mü gerçekten fark etmez. Sevgili Hipokrat'ın neresi sızladı acaba ?



12 Ağustos 2015 Çarşamba

ŞU BEYİN İLGİNÇ ORGAN - 1



                     İnsanın fiziksel , biyolojik ve ruhsal boyutları var. Duyu organları ile değerlendirebildiği madde ve değerlendiremediği madde ötesi  insan beynini sürekli meşgul ediyor.Bu noktada sinir bilim yeni değerlendirme kapıları açıyor bizlere.

                    Sinir hücrelerinin yani nöronların nasıl çalıştığına bakarak zeka , akıl , mantık , algı ve düşünce gibi derin kavramlara ışık tutabiliriz. Her davranışımızın altında biyokimyasal denklemler olduğunu bilmek , ağladığımızda ya da güldüğümüzde farklı mekanizmaların devreye girdiğinin bilincinde olmak ilginç doğrusu. 

                    Her bir beyin hücresi birbirine uzantılarla bağlıdır. Bu uzantılarla aldığı sinyallere göre cevap veren hücre bu cevabı yine biyokimyasal reaksiyonlarla bir diğerine aktarır. Bu aktarım hızını bizim genetiğimiz belirler .Yani bazılarımız daha şanslıdır .Bu işlemleri doğuştan daha hızlı ve sorunsuz yapar. Bunu yapısal protein ve enzim türü belirler.

                    Nasıl duyarız ? Kulaklarımız sesleri alır ve beyine , ilgili işitme ana merkezine çeşitli frekans aralıklarında üretip iletir ve bunu bilinçsizce yapar. Kulağımızın bu ileticiliğini örneğin kronik enfeksiyon  ya da travma gibi bir sebeple kaybettiğimizde beynimizdeki değerlendirme merkezi sağlam olduğundan işitme cihazı gibi destekler işe yarar . Ana merkez hasar gördüğünde ise yapılacak fazla bir şey yoktur. Şöyle düşünürseniz sevdiğinizi söylediğiniz kişinin sizi tam anlamıyla duyup anlaması için bir sürü sisteminin sağlıklı çalışması gerekir. Tabi söyleyebilmek için sizin de :)

                  Bir karışıklık olup kulaktan gelen sinyalleri beynin gördüklerini değerlendirdiği bölgeye aktarsak işittiğimiz her şeyde garip , anlamsız görüntüler görmemiz olasıdır.



               Nöronların biyoelektrik çalışma sistemine girmek bizi sadece bunaltır. Tek bilmemiz gereken , mide nasıl yediklerimizi parçalayıp yaşamsal enerjimizi sağlamaya yarayan bir organsa beynimiz de oluştuğu nöronlar aracılığı ile gerçekleştirdiği kimyasal elektrik akımı ile kendi içindeki iletişimini sağlayan ve böylece yine kendi içinde bazı bölgelerde hormon salınımını tetikleyen mekanizmalar gerçekleştiren bir organdır. Bu mekanizmaların karşı cinsten alınan elektrikle alakası ise başka bir yazı konusudur :)


11 Ağustos 2015 Salı

İNSANA DEĞER VEREN İDARECİ


Samet Topal'ın facebook paylaşımı hatırlattı rahmetli Recep Yazıcıoğlu'nu . Politika ve siyaset dünyasının böyle mütevazi örneklerle dolu olduğunu bir düşünsenize ...
                 
Hastanede Gümüşhane Kelkitli bir muhtar ile tanışmıştım, kızı Erzincan'dan evli olan muhtar’ ın kızının evi Erzincan depreminde yıkılır, devlet mağdurlara yeni ev verir.. Kelkitli muhtar kızının evinin işlemleri için Erzincan’da Valilik binasına gider, öğlen paydosu olduğu için çalışanlar yemek paydosundadır.

Kağıtlar elinde bakınan muhtar’a kot pantolonlu yakası açık elinde zincir sallayan birini görür
“Amca buyur der”
Muhtar derdini anlatır
Kat pantolonlu şahıs evrakları alır bir o odaya girer kaşe basar, diğer odada çekmeceyi açar evrak ekler, diğerini deftere kaydeder. En son Valilik yazan odaya girer ve oradan çekmeceden bir mühür çıkartıp mühürler adamın evraklarını eline tutuşturur.


Burada çalışan hizmetliler ne kadar rahat valinin odasına girip çıkıyor diye içinden geçirerek
Genç adama sorar
“Yeğenim çok sağol, ama Vali sana kızmasın”
Genç adam karşılık verir
“Yok amca kızmaz”
“Peki yavrum sağ olasın, senin adın nedir”
“Benim adım Recep amca”
,Muhtar “Yoksa sen Recep Yazıcıoğlu musun?


İşte milletin hizmetkarı bir vali, işte adam gibi bir Vali
Ve yine kot pantolonuyla hem milletinin hemde ailesinin hizmetinde olan bir Vali
Yerin mekanın Cennet olsun...


Böyle arkasından dua edilen bir idareci olmak ne büyük şeref...Sayılarının artması duasıyla

NANE & YOĞURT

Elmas inan'ın facebook paylaşımını bir hekim olarak inceledim . Zararı bir yana sağlıklı beslenme açısından değerli olduğu için paylaşıyorum.Toplumcak cacığı çok severiz zaten :)
KEMİK ERİMESİNE KARŞI, DOĞAL BİR DESTEK
BİR DOST TAVSİYESİ
YOĞURT-NANE
DENEMEKTE FAYDA VAR. NASIL OLSA ZARARI YOK.....
Yıllarca yoğun kemik erimesi tedavisi görürken, devlet bunun ilaçlarını vermeme kararı aldı biz emeklilere.
Bu arada ben yoğurdu çok çok sevdiğim için ve rejim olsun diye her akşam yemek yerine bir kase yoğurt yemeye başladım.
Ancak öylece yemek değil; içine bir avuçta çok sevdiğim naneden ve biraz da z.yağı ile pul biber koyarak ve içine bir de peksimet doğrayarak.
Geçen sene kemik ölçümü için verilen tarihte dispansere gidip tahlil ve mr' larımın çekiminden sonra doktor, kemik erimesinin sızıntıya dönüştüğü yani hızlı erimenin neredeyse durur gibi olduğunu söyledi ve bana ne kullandığımı sordu, ben de hiçbir şey sadece bol naneyle karışık yoğurt yediğimi söyledim;
Doktor:" - Nane ile yoğurdun birleşmesiyle doping yapmışsınız..." dedi.
Şimdiyse, her kadın hastaya "Kür olarak haftanın her günü böyle yoğurt yiyeceksiniz ilaç gibi..." diye tembih ediyormuş.
Benden söylemesi. Denemekten zarar gelmez. Ancak unutmamalı ki yoğurdun içinde mutlaka bolca kuru nane olacak...

10 Ağustos 2015 Pazartesi

KENDİN OL ! GERÇEK OL!

Unutma, bu başkalarının maskelerini düşürmen gerekiyor anlamına gelmez; onlar yalanlarıyla mutlu iseler, bu onların kararıdır.
Gidip başkalarının maskelerini düşürmeye çalışma, çünkü insanlar genelde böyle düşünür; gerçek olmalıyım, sahici olmalıyım derler; asıl bahsettikleri şey, gidip başkalarını soymak zorunda olduklarıdır. “Niye kendini saklamaya çalışıyorsun? Bu giysilere gerek yok,” derler. Hayır. Lütfen hatırla. Sen, kendine karşı gerçek ol. Dünyadaki başka hiçbir insanı düzeltmen gerekmiyor.
Eğer kendin büyüyebilirsen, bu yeterli. Düzeltici olma, başkalarına öğretmeye çalışma, başkalarını değiştirmeye çalışma. Eğer sen değişirsen, bu mesaj yeterlidir. Gerçek olmak, kendi özüne bağlı kalmaktır.
Nasıl gerçek kalınır?
Üç şeyi hatırlamak gerekir. Bir; başkalarını, sana ol dedikleri şeyi asla dinleme. Her zaman kendi iç sesini dinle, ne olmak istediğini; yoksa bütün hayatın boşa gider.
Annen mühendis olmanı ister, baban doktor olmanı, ve sen şair olmak istersin. Ne yapmalı? Elbette anne haklı çünkü mühendis olmak ekonomik açıdan daha akıllıca. Baba da haklı, çünkü doktor olmak piyasa açısından daha değerli.
Şair olmak? Delirdin mi? Çıldırdın mı? Şairlerden herkes nefret eder. Kimse istemez onları. Onlara ihtiyaç yok, dünya şiirsiz de var olabilir; sırf şiir yok diye sorun çıkacak falan değil.
Dünya mühendisler olmadan var olamaz, dünyanın mühendislere ihtiyacı var.
Eğer ihtiyaç duyuluyorsan, değerlisin demektir. İhtiyaç duyulmuyorsan, değerin de yoktur. Ama sen şair olmak istiyorsan, şair ol. Belki dilenci olursun, güzel. Çok zengin olmayabilirsin, ama dert etme. Çünkü aksi halde belki büyük bir mühendis olursun, çok para kazanabilirsin, ama asla doyuma ulaşamazsın. Özlemle yaşarsın, varlığın için için şair olma özlemi çeker.
Büyük bir bilim adamına, Nobel’le ödüllendirilen bir cerraha sormuşlar: “Nobel ödülünü alınca pek de mutlu görünmediniz. Sorun neydi?” O da demiş ki: “Ben her zaman dansçı olmak istemiştim. Aslında cerrah olmak istememiştim. Ama şimdi sadece cerrah olmadım, üstelik çok da başarılı bir cerrah oldum, ve bu bir yük. Ben sadece dansçı olmak istemiştim ve şimdi hâlâ çok kötü dans ediyorum; bu da bana acı veriyor. Birini dans ederken görünce kendimi berbat hissediyorum, cehennemdeymişim gibi. Bu Nobel ödülünü ne yapacağım? Dansın yerine geçemez, bana dansı veremez.”
Unutma, iç sesine bağlı kal. Seni tehlikeye yöneltebilir; o zaman gir tehlikeye, ama iç sesine bağlı kal. Ancak o zaman günün birinde mutlulukla dans edeceğin bir duruma gelebilirsin.
Her zaman bak: Senin varlığın her şeyden önce gelir. Başkalarının seni kullanmalarına ve kontrol etmelerine izin verme, ve onlardan çok var; herkes seni kontrol etmeye ve değiştirmeye hazır, sen hiç istemediğin halde sana yön göstermeye hazır. Herkes sana hayatın için bir rehber vermeye çalışıyor.
Rehber senin içinde. Proje senin içinde. Gerçek olmak, kendine sadık kalmaktır. Çok tehlikeli bir şey bu; çok az insan bunu yapabilir. Ama bunu kim yaparsa, elde eder. Tahmin edemeyeceğin kadar büyük bir güzellik, zarafet, mutluluk elde eder.
Herkes hayal kırıklığına uğramış görünüyor çünkü hiçbiri iç sesini dinlemedi. Bir kızla evlenmek istedin, ama Müslüman’dı ve sen bir Hindu’sun, annenle baban izin vermedi. Toplum kabul etmezdi, tehlikeliydi. Kız yoksuldu, sen zenginsin, o yüzden zengin bir kızla evlendin, herkes kabul etti, bir tek senin kalbin kabul edemedi. Bu yüzden de şimdi çirkin bir hayatın var.
Fahişelere gidiyorsun; ama onlar bile yardım edemiyor, zaten sen de hayatını para için sattın, bütün hayatını harcadın. Her zaman iç sesini dinle, başka bir şeyi de dinleme. Etrafında bin bir türlü ayartıcı var çünkü her insan bir şeyler satıyor.
Bu dünya bir süpermarket ve herkes sana bir şey satmaya çalışıyor. Herkes satıcı. Satıcıları çok fazla dinlersen seni delirtirler. Kimseyi dinleme. Sadece gözlerini kapa ve içerdeki sesi dinle.
Meditasyon budur; içerdeki sesi dinlemek.
İlk önce bu var. İkinci olarak da şu
— ancak ilkini yaptıysan bu ikinci mümkün olur
— asla maske kullanma.
Kızgınsan, kızgın ol. Riskli olabilir bu belki, ama gülümseme, çünkü bu gerçek olmaz. Sana hep öfkeliysen bile gülümsemen öğretildi, ama o zaman gülüşün sahte olur, bir maske; dudaklarındaki bir hareket, başka bir şey değil. Kalbin öfkeyle, zehirle dolu ve dudaklar gülümsüyor; tümüyle sahtelik. Bu durumda başka bir şey de olur; gülümsemek istediğinde de gülümseyemezsin. Bütün mekanizma şaşırdı, çünkü kızmak istediğinde kızmadın, nefret etmek istediğinde nefret etmedin.
Şimdi sevmek istiyorsun; birden fark ettin ki mekanizma işlemiyor. Şimdi gülümsemek istediğinde zorlanıyorsun. Aslında kalbin gülüşle dolu, kahkaha atmak istiyorsun, ama gülemiyorsun. Kalbinde bir şey boğuluyor, boğazında bir şey tıkanıyor. Gülümseme gelmiyor ve gelse bile, soluk ve ölü bir gülüş. Seni mutlu etmiyor, içini baloncuklarla doldurmuyor. Etrafında ışıldamıyor.
Kızmak istediğinde, kız. Kızgın olmak yanlış bir şey değil. Gülmek istiyorsan, gül. Yüksek sesle gülmek yanlış bir şey değil. Yavaş yavaş sistemin çalışmaya başladığını göreceksin. Gerçekten çalıştığında göreceksin ki, bir sesi var. Tıpkı iyi çalışan bir otomobilin sesi gibi. Otomobili seven bir sürücü, o anda her şeyin iyi gittiğini bilir; organik bir bütünlük vardır; mekanizma iyi çalışmaktadır. Görebilirsin bunu; ne zaman bir insanın mekanizması iyi çalışsa, çevresinde bu sesi hissedebilirsin.
Yürürken adımlarında bir dans olur. Konuşurken sözcüklerinde gizli bir şiir duyulur. Sana baktığında, gerçekten bakar, ılık değildir, sıcaklığı hissedersin. Dokunduğunda gerçekten dokunur; enerjisinin sana geçtiğini hissedersin, hayat akımının yer değiştirdiğini … çünkü mekanizması iyi işlemektedir.
Maske kullanma; aksi halde mekanizmada bozukluklar, kilitler yaratırsın. Vücudunda bir sürü kilit var. Öfkesini bastıran bir insanın çenesi kilitlenir. Bütün öfkesi çenesine kadar yükselir ve orda kalır. Elleri çirkinleşir, bir dansçınınkiler gibi zarif hareket etmezler, hayır, çünkü öfke parmaklara gelir ve kilitlenir.
Unutma, öfkenin iki serbest kalma noktası vardır: Dişler ve parmaklar. Bütün öfkeli hayvanlar ya ısırırlar ya da pençe atarlar. Parmaklar ve dişler öfkenin çıkış noktalarıdır. Benim şüphelerime göre, öfkesini çok bastıran insanların dişlerinde problem çıkıyor. Dişler bozuluyor çünkü orda çok fazla enerji var ve hiç serbest kalmıyor. Ve öfkesini bastıran insan, daha çok yemek yiyor.
Öfkeli insanlar çok yiyor çünkü dişlerin harekete ihtiyacı var. Öfkeli insanlar daha çok sigara içiyor. Öfkeli insanlar daha çok konuşuyor. Saplantılı konuşmacılar çıkıyor ortaya çünkü çenenin harekete ihtiyacı var, enerjinin serbest kalması için. Öfkeli insanların elleri de yamuluyor, çirkinleşiyor. Enerji serbest kalsa, eller de güzelleşirdi.
Bir şeyi bastırıyorsan, vücutta o duyguyu karşılayan bir yer vardır. Ağlamak istemezsen, gözler parlaklığını yitirir, çünkü gözyaşları gereklidir, çok canlı şeylerdir onlar. Ara sıra ağladığın zaman, iyice gir havaya, tamamen bırak kendini, gözyaşları aksın, o zaman gözlerin temizlenir, gözler tazelenir, gençleşir. O yüzden kadınların gözleri daha güzeldir, çünkü onlar hâlâ ağlayabiliyor.
Erkeklerin gözleri güzelliğini kaybetti çünkü erkekler ağlamaz diye yanlış bir fikir var. Küçük bir oğlan ağladığında annesi, babası hemen “Ne yapıyorsun kız gibi öyle?” diye atlıyor. Ne saçmalık. Tanrı erkeğe de kadına da aynı gözyaşı bezlerini vermiş.
Erkeklerin ağlamaması gerekseydi gözyaşı bezleri de olmazdı. Basit matematik. Niye erkeklerde de kadınlarla tıpatıp aynı gözyaşı bezleri var? Gözlerin ağlamaya ihtiyacı var ve doya doya ağlamak çok güzel bir şey.
Unutma, doya doya ağlamazsan, gülemezsin de, çünkü o da aynı şeyin diğer kutbudur. Gülebilen insanlar ağlayabilir de; ağlamayan insanlar gülemez. Bazen çocuklarda görmüşsündür, uzun uzun yüksek sesle gülünce, ağlamaya başlarlar. İkisi birleşir. Bazı anneler çocuklarına “çok gülme, sonra ağlarsın” der.
Bunda doğruluk vardır, çünkü ikisi aynı enerjidir, sadece farklı kutuplardan çıkıyor. O zaman, ikinci önemli şey: Maske kullanma
— ne olursa olsun, gerçek ol.
Ve gerçek olmakla ilgili üçüncü şey:
Her zaman şimdide kal, çünkü bütün sahtelik, ya geçmişten ya da gelecekten sızar. Geçmiş, geçmiştir. Artık onu kafana takma ve yük olarak taşıma. Aksi halde, şimdinin gerçeğini yaşamana izin vermez. Ve gelecek olan da henüz gelmedi. Boşuna gelecekle kafanı yorma, yoksa şu ana gelir ve onu mahveder. Şimdiye sadık kal, o zaman gerçek olursun. Şimdi, burada olmak, gerçek olmaktır.
Geçmiş yok, gelecek yok, bu an, hepsi bu.
Bütün sonsuzluk bu anda. Bu üç şeyle gerçekliğe ulaşırsın. O zaman her söylediğin gerçek olur. Genellikle, gerçeği söylemek için dikkatli olmak gerektiği zannedilir. Ben bunu söylemiyorum.
Ben diyorum ki, gerçekliği yarat, o zaman her söylediğin de gerçek olur. Gerçek, mantıklı bir şey değildir. Gerçek derken mantıklı, rasyonel yöntemlerle ulaşılan bir sonuçtan bahsetmiyorum. Gerçek derken, var olmanın gerçekliğinden, olmadığın bir şeyi zorlamamaktan, ne olursa olsun olduğun şey olmaktan, ikiyüzlü olmamaktan bahsediyorum. Kederliysen, kederlisindir. O anın gerçeği budur, gizleme bunu. Sahte bir gülümseme takınma çünkü o gülümseme sende bölünme yaratır. İkiye bölünürsün, bir parçan gülümser, ve bu küçük bir parçandır, ama asıl büyük parçan kederli kalır.
Şimdi bir bölünme oldu ve bunu tekrar tekrar yapmaya devam edersen… Öfkeliyken öfkeni göstermiyorsun, bunun imajını bozacağından korkuyorsun çünkü insanlar senin çok şefkatli olduğunu düşünüyor, hiç öfkelenmediğini söylüyor. Bu onların hoşuna gidiyor, senin de egonu okşuyor. Şimdi, öfkelenmek senin güzel imajını bozacak, o yüzden öfkeni bastırıyorsun. İçerisi kaynıyor, ama yüzeyde şefkatli, iyi, nazik, tatlısın. İşte bölünme hali bu. İnsanlar bunu hayat boyu yapıyor, bölünme de yerleşiyor.
Yalnızken ve hiç rol yapmaya gerek yokken bile rol yapmaya devam ediyorsun, artık doğal bir şey haline gelmiş. İnsanlar tuvaletteyken bile gerçek değiller, tamamen yalnızken bile sahtelik devam ediyor. Artık bu gerçek ya da sahte olma meselesi değil, sadece alışkanlık. Hayat boyu bunun pratiğini yapmışlar, ve pratik arttıkça iki bölüm arasındaki mesafe daha da büyüyor.
Artık birleştirilemez hale gelince de adına şizofreni deniyor. Kendi öbür yarınla temas kuramadığın zaman, artık nerdeyse iki insan haline geliyorsun; bu ciddi bir akıl hastalığı. Ama herkes bölünmüş durumda, o yüzden de şizofrenle normal arasındaki fark, sadece bir derece meselesi. Ne olduğuna değil, ne kadar olduğuna dayalı bir fark.
Gerçek derken, rol yapmamaktan bahsediyorum. Olduğun gibi ol; bir an kederlisin, o an kederlisin sadece. Ve sonraki an mutlusun, artık kederli kalmanın bir anlamı yok. Çünkü bu da öğretiliyor; tutarlı olmak, tutarlı kalmak. Bilirsin, kederlisindir, ve sonra birden keder yok olur, ama birden de gülemezsin o anda, çünkü insanlar ne der?
Delirdin mi?
Biraz önce kederliydin, şimdi birden gülmek ne demek?
Ancak delilerle çocuklar yapar bunu, sana yakışmaz. Biraz beklemen lazım, ki belli bir durum olsun, yavaş yavaş rahatla, tekrar gülmeye ancak o zaman başlayabilirsin. Yani sadece kederliyken gülümser rolü yapman yetmiyor, gülmek istediğin zaman da üzgün görünmelisin çünkü senden tutarlı olman bekleniyor. Aslında her an kendine özgüdür ve hiçbir anın diğeriyle tutarlı olması gerekmez.
Hayat bir ırmaktır, ruh halleri sürekli değişir. Tutarlı olacağım diye uğraşmana gerek yok. Tutarlılığı kafasına takan insan, sahte olmak zorunda kalır çünkü sadece yalanlar tutarlı olabilir. Gerçek sürekli değişir. Gerçeğin kendi çelişkileri vardır. Bu da onun zenginliğidir, büyüklüğüdür, güzelliğidir. Kederliysen, kederli ol o zaman; suçluluk hissetmeden, iyi ya da kötü diye yargılamadan. İyi-kötü meselesi yok bunda, sadece öyle işte. Ve gittiği zaman da bırak gitsin.
Tekrar gülmeye başladığın zaman, “biraz önce üzgündüm, şimdi nasıl gülebiliyorum?” diye suçluluk hissetme. Gülebilmek için birinin espri yapmasını, buzları kırmasını bekliyorsan, bu da ikiyüzlülüktür. Mutluysan mutlu ol, rol yapmana gerek yok. Ve unutma, her an, atomik bir gerçekliktir. Geçmişe de, geleceğe de bağımlı değildir. Her an atomiktir. Birbirlerini dizi halinde izlemiyorlar, çizgisel değiller. Her anın kendi oluşu var ve sen de o olmalısın, o anda, başka bir şey değil. Gerçek, bu anlama gelir işte.
Gerçek, sahiciliktir; gerçek, içtenliktir. Gerçek mantıksal değildir. Sahici olmanın ruhsal durumudur, bir ideale uygunluk değildir. Çünkü eğer bir ideal varsa, sahte olursun. Eğer Buddha olmak gerçek olmaktır diye düşünüyorsan, hiçbir zaman gerçek olamazsın, çünkü sen Buddha değilsin, o zaman Buddha olmak için kendini zorlarsın.
Buddha gibi oturabilirsin, nerdeyse mermerden bir heykel haline gelebilirsin, ama içinde hiçbir şey değişmez. Buddha sadece bir duruş haline gelir. Eğer bir idealin varsa, anın gerçeğini yaşayamazsın, çünkü ideal hep oradadır ve ideali taklit etmen gerekir. Gerçek insanın ideali yoktur. Andan ana yaşar; anda nasıl hissediyorsa öyle yaşar. Ben insanların böyle olmalarını istiyorum; gerçek, sahici, içten, kendi ruhlarına saygılı.
Osho-Yakınlık/Ganj Kitapları   (Zamazingo internet sitesinden alınmıştır.LİNK: anetteinseberg.com)

TAŞI PARÇALAYAN KUDRET

Kaya hiddetle bağırdı:
Sana Su yok,
Hava da,
Güneş de yok!
Tohum sessizce BİSMİLLAH dedi..
Ve ALLAH:
"OL" dedi OLMAZLARI OLDURDU..!
...
Hay'de,
Sen de Bismillah de ve koyul yola..
Azizim!
Sana düşen yolda olmaktır..
Gerisi Allah'ın bileceği..
Vesselam!  ( Alıntıdır)

VATAN UĞRUNA BATAN GÜNEŞLER



Dün terör örgütünce yaşatmak için eğitim almış meslektaşımın katledilmesi bu bayrak özgürce dalgalansın diye mesleğini , ailesini ve iki gözünü vatan için feda etmiş gizli bir kahramanı hatırlattı. Tanımayanlara tanıtmak her karışı şehit kanları ve gazi adımları ile kutsanmış bu canım vatanımızın bir , bütün ve millet olarak sahiplenilmesi zorunluluğuna burada bir kez daha değinmek istedim..Bizler destanlar yazmış şehit torunlarıyız. Şu mültecilere bakın ! Şu yaşayacak toprak için boğulan bebelere ! Ne olur teröre fırsat vermeyelim. Provakasyonlara kapılmayalım ! Bizim gelişmemizi istemeyen odaklar bellidir. Milletcek  vereceğimiz en güzel cevap bir ve bütün halinde ÇALIŞMAK , ÇALIŞMAK VE DAHA ÇOK ÜRETMEK VE BU CANIM VATANA HERŞEYİMİZLE SAHİP ÇIKMAKTIR !


                                       BENZİNCİ KÖR HAFIZ  (MUSTAFA AYRIKÖZÜ)




Gerçek bir İzmirliydi. Kemeraltı Çarşısı'nda seyyar satıcı olarak 60 yıl boyunca çakmaklara benzin satarak geçindi. İzmir'in ve tüm Ege Bölgesi'nin en hareketli çarşısında Benzinci Kör Hafız ismiyle tanınıyordu. Asıl adı Mustafa Ayrıközü'ydü, 1902 yılında İzmir'de doğmuştu. Tıbbiye'de öğrenciydi, mezun olup yaşamını hekim olarak sürdüreceğini hayal ederken vatan savunması için Antep'e asker olarak gönderilmişti. 



İşgal altındaki Antep'te Fransızlar'a karşı savaşırken sağ gözünü kaybetmiş 


Ardından Musul iline gönderilmiş. Musul'u da İngilizler işgal etmiştir. O 

cephede de İngilizler'e karşı savaşırken, bu kez sol gözünü kaybeder. İki 

gözünü de kutsal bildiği vatan topraklarını savunurken kaybeden İzmirli 

Tıbbiye öğrencisi Mustafa Ayrıközü, memleketi İzmir'ine döner ve okuluna 

devam edemez. Kemeraltı Çarşısı'nda 60 yıl sürecek olan seyyar satıcılığa 

böyle başlar. 

Kentimizin en büyük çarşısının böylesi bir simge kişisini nasıl unuturuz? 

Benzinci Hafız, 1997 yılında hür vatan topraklarında yoksulluk içinde göçüp 

gitmiştir. Konak Belediyesi ve Büyük şehir Belediyesi meclis üyelerine İzmir'in 

simge çarşısının uygun bir sokağına isminin verilmesini öneriyorum. KAYNAK 

ALAATTİN GÜRIRMAK (alıntıdır)


ZULÜM VE MÜSLÜMANLIK



Müslümanlara bu çeşmeden su içmek haram!!!!!!
Vaktiyle Bursa’ da bir Müslüman, bugünkü adı Arap Şükrü olan muhitte çeşme yaptırmış ve başına bir kitabe eklemiş:“Her kula helâl, Müslüman’a haram!”Bursa başkent, tabii Osmanlı karışmış, bu nasıl fitnedir diye…
*Gitmişler kadıya şikâyete, adam yakalanıp yaka-paça huzura getirilmiş. “Bu nasıl fitnedir, dini İslâm, ahalisi Müslüman olan koca devlette sen kalk, hayrattır, sebildir diye çeşme yap, ama suyunu Müslüman’a yasakla! Olacak iş midir, nedir sebebi, aklını mı yitirdin?” diye çıkışmışlar adama. Adam:
- “Müsaade buyurun, sebebi vardır, lâkin ispat ister, delil şarttır…” dedikçe kadı kızmış:
- “Ne delili, ne ispatı? Sen fitne çıkardın, Müslüman ahalinin huzurunu kaçırdın, katlin vaciptir!” demiş. Demiş ama bir yandan da merak edermiş:
- “Nedir gerekçen?” diye sormuş. Adam:
- “Bir tek Sultan’a derim…” diye cevap verince, ortalık yine karışmış. Söz Sultan’a gitmiş, adam yaka paça saraya götürülmüş. Padişah da sinirlenmiş ama diğer yandan o da meraklanırmış:
- “De bakalım ne diyeceksen. Bu nasıl iştir ki, hem çeşmeyi yaparsın, hem de her kula helâl, Müslüman’a haram yazarsın?” Adam, başı önünde konuşur:
- “Delilim vardır, lâkin ispat ister.”
- “Ya dediğin gibi sağlam değilse delilin?”
- “O zaman boynum, hükme kıldan incedir Sultanım…”
- “Eeee!”
- “Sultanım, herhangi bir havradan (sinagog) rasgele bir hahamı izahsız yaka-paça tutuklayın, bir hafta tutun. Bakın neler olacak…” Dediği yapılmış adamın. Bütün azınlıklar bir olmuş, başlarında Museviler, “Ne oluyor, bu ne zulüm? Bizim din adamımıza biz kefiliz, ne gerekirse söyleyin yapalım, o masumdur, gerekirse kefalet ödeyelim…” Çevre ülkelerden bile elçiler gelmiş, elçiler mektup üstüne mektup getirmiş. Bir hafta dolunca, adam:
- “Sultanım, artık bırakmak zamanıdır” demiş. Haham bırakılmış, azınlıklar mutlu, bu sefer Sultan’a teşekkürler, hediyeler.
- “Aynı işi herhangi bir kiliseden herhangi bir papaz için yaptırınız Sultanım” demiş. Aynı şekilde bir papaz derdest edilip yaka-paça alınmış Pazar ayininden ve aynı tepkiler artarak devam etmiş. Haftası dolunca da serbest bırakılmış. Mutluluk ve sevinç gösterileri daha bir fazlalaşmış, teşekkürler, şükranlar… Din adamlarına kavuşmanın mutluluğuyla daha bir sarılmışlar birbirlerine… Sultan:
- “Bitti mi?” demiş adama.
- “Sultanım son bir iş kaldı, sonra hüküm zamanıdır izninizle” demiş.
- “Şimdi nedir isteğin?”
- “Efendim, payitahtımız Bursa’nın en sevilen, âlimini alınız minberinden…” Adamın dediğini yapmışlar, Ulucami imamını Cuma hutbesinin ortasında almışlar, yaka-paça götürmüşler.
Bir Allah’ın kulu çıkıp da, “ne oluyor, siz ne yapıyorsunuz? Hiç olmazsa vaazı bitene kadar bekleseydiniz”, gibi tek bir kelâm etmemiş, imamın peşinden giden, arayan-soran olmamış… Geçmiş bir hafta, “Nerde imam” diye gelen-giden yok! Halk hâlinden memnun, başlamış bir dedikodu, o geçen hafta tutuklanan koca âlim için:
- “Biz de onu adam bilmiş, hoca bellemiştik…”
- “Kim bilir ne suç etti de tevkif edildi!”
- “Vah vah! Acırım arkasında kıldığım namazlara…”
- “Sorma, sorma…”
Padişah, kadı ve adam izliyorlarmış olup-bitenleri. Sonunda Padişah çeşmeyi yaptırana sormuş:
- “Eee, ne olacak şimdi? Adam:
- “Bırakma zamanıdır. Bir de özür dileyip helâllik almak lâzımdır hocadan.” “Haklısın” demiş padişah, denilenin yapılması için emir buyurmuş ve adama dönmüş. Adam başı önünde konuşmuş:
- “Ey büyük Sultanım, siz irade buyurunuz lütfen, böyle Müslümanlara su helâl edilir mi?”
Sultan acı acı tebessüm etmiş:
- “Hava bile haram, hava bile!” demiş. ( Alıntıdır)

                   

7 Ağustos 2015 Cuma

''Kendimden Özür Diliyorum '' İclal Aydın



KENDİMDEN ÖZÜR DİLİYORUM ( İCLAL AYDIN )

             Birebir kimsenin kişisel yazısını almak adetim değildir. Ancak kişisel gelişimin önündeki en büyük engel olan duyguların dengesini ve ''Koçlukla Özüne Dön '' adlı yazımda vermek istediğim mesajı desteklemesi açısından sevgili İclal Aydın'ın yazısını link vererek paylaşıyorum. http://www.iclalaydin.com.tr/

KENDİMDEN ÖZÜR DİLİYORUM
Yaşadığım süre boyunca hep merhametimin arkasından yürüdüm, beklentilerimi arkada bıraktım. Kimseden bir şey beklemedim, doğrusu bu sanıyordum çünkü. Yaşadıklarımı yaşayamadıklarımı içimde sakladım, sustum bastırdım olsun dedim insanlık bende kalsın.
Kendimden özür diliyorum.
Kendimden özür diliyorum.
BEN EN İYİSİNİ YAŞATAYIM Kİ
İstemeye yüzüm olsun dedim. Verdim, hep verdim karşılığını alıp alamadığıma bakmadan, aslında güçlü olmak değildi istediğim, ama olmak zorundaydım ve bırakıldım. Kendimi hep erteledim. Kimsenin beni anlamadığını bildiğim halde hayatıma girenleri bana verilmiş bir görev olarak gördüm. Herkesi mutlu etmek zorundayım sandım. Benimde mutlu olmam gerektiğini unutmuşum meğer... Görevim neyse en iyisini yapmalıydım ki vicdanım rahat etmeliydi.
Birilerinin de bana karşı görevleri olduğunu hiçe saymışım oysa… Ne yazık ki; Bana verilen rolleri en iyi şekilde oynarken onların rollerini iyi oynayıp oynamadığına hiç bakmadım. Karşımdakilerin eksiklerini tamamlamaya çalışırken, onların hatalarını görmeye vaktim kalmamış sanki. Beni üzmelerine bakmadan, karşılığında ne aldığıma ne hissettiğime aldırış etmeden hep verdim. Kendimi nasılda unutmuşum.. unutturmuşlar aslında. Paramparça olmuş kalbime, cayır cayır yanan içime doğruları söylemeye çalışan beynime, mutsuz yüzüme hep sus dedim. Sen sus… Kendime haksızlık ettim, kimseye etmediğim kadar. Herkesi dinledim kendimi dinlemediğim kadar. Kimse benim yüzümden mutsuz olmasın diye, hiç bir şeyin sebebi ben olmayayım diye mutluluk oyunlarımı oynadım. Yetmedi yeni oyunlar buldum. Ama bir gün bir bakmışım ki paramparça olmuşum.
Tutunacak tek duygu bırakmamışım kendime. kendimi teselli edecek tek şey yokmuş hayatımda. Allak bullak olmuşum.. Kendimi aramaya çıktığımda yorgun, yılgın, bitkin bir köşede saklanıp ağlayan bir kız çocuğu olarak buldum. Ve ona elimi uzattım diyebildiğim tek şey GEÇTİ, bir daha seni kimse üzemeyecek. Şimdi senden özür diliyorum. Seni bu kadar hiçe saydığım için, insanların seni bu kadar üzmelerine müsade ettiğim için, seni hiç bir zaman dinlemediğim için, üzerine bu kadar sorumluluk yüklediğim için, hakkın olan bütün duyguları sana yaşatmadığım için… Şimdi tekrar söylüyorum. İnsanlığından, kalbinden, duygularından, çocukluğundan, hislerinden çok özür diliyorum. Galiba ben almadan vermenin Allah’a mahsus olduğunu unutmuşum…
İclal Aydın

SOL KOLU OLMAYAN ÇOCUK






Japonya’da bir çocuk 10 yaşlarındayken bir trafik kazası geçirmiş ve sol kolunu kaybetmiş. Oysa çocuğun büyük bir ideali varmış. Büyüyünce iyi bir judo ustası olmak istiyormuş. Sol kolunu kaybetmesiyle bu hayali de yıkılan çocuğun babası, Japonya’nın ünlü bir Judo ustasına giderek yardım istemiş.
Usta ertesi günden itibaren tam on yıl boyunca çocuğa tek bir hareket öğretmiş ve her gün bu hareketi çalışmasını istemiş.
Çocuk zaman zaman hocasının yanına gitmiş.
“Bu hareketi öğrendim başka hareket göstermeyecek misiniz” diye sormuş.
Hocanın cevabı: “Sen aynı hareketi çalış oğlum. Zamanı gelince yeni harekete geçeriz” olmuş.
2 yıl, 3 yıl, 5 yıl derken çocuk judodaki 10’uncu yılını doldurmuş. Bir gün hocası yanına gelip “Hazır ol” demiş “Seni büyük turnuvaya yazdırdım. Yarın maça çıkacaksın.” Delikanlı şaşırmış. Hem sol kolu yok hem de judoda bildiği tek hareket var. Ünlü judocuların katıldığı turnuvada hiçbir şansının olmayacağını düşünmüş ama hocasına saygısından ses çıkarmamış. Delikanlı ilk müsabakasına çıkmış.
Rakibine bildiği tek hareketi yapmış ve kazanmış. İkinci, üçüncü maç, çeyrek final, yarı final derken final maçına çıkmış. Maç başlamış. Delikanlı yine bildiği o tek hareketi yapmış. Rakibini yenmiş ve şampiyon olmuş. Kupayı aldıktan sonra hocasının yanına koşmuş ve; “Hocam nasıl oldu bu iş? Benim bir kolum yok ve bildiğim tek bir hareket var. Nasıl oldu da ben kazandım” diye sormuş.
Hocası da:
“Bak oğlum, 10 yıldır o hareketi çalışıyordun. O kadar çok çalıştın ki artık yeryüzünde o hareketi senden daha iyi yapan hiç kimse yok. Bu bir, İkincisi de o hareketin tek bir karşı hareketi vardır. Onun için de rakibinin senin sol kolundan tutması gerekir ” demiş.
"Bazen farkına varmasak da eksik gördüğümüz taraflarımız aynı zamanda en güçlü taraflarımız olabilir. Ama yeter ki bu eksiklik zihinlerde olmasın!" (Alıntıdır )

6 Ağustos 2015 Perşembe

ARKADAŞLARIMIN PAYLAŞTIKLARI -3

YAŞLILIK BANKA HESABI GİBİDİR


Zor hayat şartlarına rağmen 92 sene yaşamla mücadele edebilmiş ufak tefek, kendinden emin, gururlu, her sabah sekizde giyinip kuşanan ve gözleri görmediği halde saçlarını kıvırıp makyajını mükemmelce yapan yaşlı hanım, bugün bir huzur evine taşındı.
Eşini kaybetmişti. Huzur evinin kapısında sabırla beklenen birkaç saatin ardından, odasının hazır olduğu söylendiğinde tatlı tatlı gülümsedi. Yürütecini asansöre yönlendirdiği sırada, görevli kendisine odasını anlatmaya başladı. Penceresinde asılı perdelerden de söz etti. Bunlar kendisine anlatılırken yaşlı kadın küçük bir kızın heyecanıyla “O perdeleri pek severim” dedi.
Görevli “Hanımefendi henüz odayı görmediniz, biraz bekleyin” demişti ki, “Bunun onunla bir ilgisi yok” diye cevapladı yaşlı kadın.

“Mutluluk zamandan önce karar verdiğiniz bir şeydir. Benim odadan hoşlanıp hoşlanmamam mobilyaların nasıl düzenlenmiş olduğuyla değil, benim onları zihnimde nasıl düzenlediğimle ilgilidir.
Ben onları sevmeye karar vermiştim zaten. Bu benim her sabah uyandığımda verdiğim bir karardır. Bir seçme hakkım var: 

Ya bütün günümü artık çalışmayan vücut parçalarımın bana verdiği sıkıntıyı düşünerek geçiririm ya da yataktan çıkıp hala çalışanlar için şükrederim.
Gözlerim açık olduğu sürece her yeni gün bir hediyedir. Yeni güne ve hayatımın sadece bu döneminde biriktirdiğim mutlu anlara konsantre olacağım. Yaşlılık banka hesabı gibidir.
Ne yatırdıysan onu çekersin hesabından.
Bu nedenle benim gençlere tavsiyem, banka hesabına dolu dolu mutluluk hatıraları yatırmaları olacaktır. Ben hala o hesaptan mutluluk çekiyorum.”
Bu nedenle benim tavsiyem, hatıraların banka hesabına dolu dolu mutluluk yatırman olacaktır. Anı bankamı doldurmaktaki katkın için sana teşekkür ederim. Hala oradan mutluluk çekiyorum. Mutlu olmak için şu beş basit kuralı hatırla:
1. Kalbini nefretten arındır
2. Zihnini endişelerden arındır
3. Basit yaşa
4. Çok ver
5. Daha az bekle   ( YAZI ERGUVAN AĞACI SİTESİNİN FACEBOOK PAYLAŞIMINDAN ALINTIDIR )

5 Ağustos 2015 Çarşamba

KOÇLUKLA ÖZÜNE DÖN


                   İÇİMİZDEKİ  ACIYAN  YERLER



               İçimizdeki acıyan yerlere biraz olsun şefkat verebilirsek o zaman mucizeler
yaratmaya başlayabiliriz.. Problemlerimize bakmaya cesaret edebiliriz. Ama bu problemlere sahip olduğumuz için kendimizi yiyip bitirmeden...

                  Çünkü biz çözmezsek zaten gömdük sandığımız problemler iyice kök salacak ve kocaman bir ağaç olarak karşımıza çıkacaktır. (Dost Can Deniz )

                  İnsanın en çok ihmal ettiği yine kendisidir. İnsanın en çok ihtiyaç duyduğu şeylerden biri de her şeyiyle olduğu gibi kabullenilmek ve tam anlamıyla söylemek istediklerinin dinlenilmesidir. Hangimiz kardeşini kıskandığı için tekrar altına çişini kakasını yapan çocuğu hastalıkla suçlarız. Peki ya sizin içinizdeki çocuk ? En öfkeli anlarınıza gidin öfkeyle bağırdığınız , üzüntüden hıçkıra hıçkıra ağladığınız ..  Bağırırken ve ağlarken aslında söylemek istediğiniz neydi ?

                Kendime iyi baktığımı düşünürdüm hep. Sürekli okurdum , öğrenirdim , araştırırdım falan. Övünürdüm de gizli gizli hani . Sonra bir gün bir ilan gördüm . Bir eğitimdi bu araştırdım afilli falandı yani ICF onaylı profesyonel koçluk . Yüksek sesle söyledim kulağıma hoş geldi atladım :)  Koçluk yolculuğuna çıkmadan önce koçluğu bir şeyleri yönetmek , idare etmek olarak algılıyordum. Asıl olanın önce kendini yönetmek olduğunu bilmeden..Yavaş yavaş eğitimlerim ilerledikçe bu yolculuğun özümdeki gerçek insana doğru olduğunu farkettim. Özüme hiç bitmeyen bir yolculuk...Heyecanlı , keşiflerle dolu bildim sandıklarımla dolu bir yolculuk...Algının , bilginin , gerçeğin özüne yolculuk...Bilmemek ve başarısız olmaktan hiç utanmadığım bir yolculuk...

              Kendimle ilgili 40 yaşıma kadar göremediğim bir sürü şey öğrendim. Bugüne kadarki davranışlarımın arkasındaki asıl sebepleri anladım. Beni durduran şeyleri gördüm  ve onlarla hem de en büyüğü ile harika bir anlaşma yaptım. Yanıma aldım onu . '' Gel beraber ilerleyelim dedim.'' Kalkmak istemedi önce ''Çok rahatım burada bırak beni '' dedi. Nabzına göre yavaş yavaş şerbet verdim :) ani , aşırı bir strese sokmadım onu. Çok aşırısında beni bırakıp aksi tarafa kaçacağını biliyordum. Ona şefkatle yaklaştım zaten bu fıtraten en iyi yaptığım şeylerden biri değil miydi ? Sadece dozunu ayarlayamıyordum bazen. Çocuklarıma , eşime , çevreme en çok da kendime fazla şefkatin zehrini akıtıyordum .Fedakarlık ve özverili olmanın farkını dahi bilmezken bildiğim kadarıyla gururlanırdım. Sonra koçluk yolculuğumda öğrendim ki denge en önemli şeymiş...Ve övündüğümüz güçlü yanlarımız çok güçlendiğinde bize zarar verirmiş...

                Bir süre önce sorduğum bir soru vardı tekrar soruyorum : 

                Hani o anlam veremediğiniz  duygusal tepkileriniz , sizden habersiz aniden ortaya çıkan öfkeniz , hani o bu sefer yapacağım deyip bir türlü yapamayışlarınız , her şeyiyle tam açık olarak sonunu göremediğiniz ama fırsatın kokusunu sezgilerinizle aldığınız  durumlardaki kararsızlıklarınız , ilerlemenizi engelleyen aşırı sağlamcılığınız ....vs...vs   şu anda hepinizin kendi zihninde ne listeler oluştu biliyorum . 

                Çünkü bu hayatı SİZ YAŞADINIZ ve inanın her anı öyle olması gerektiği için oldu. Sonsuz seçenekten biri olan yaşamınızı siz yaşadınız . Peki bundan sonra neyi yaşamayı tercih ediyorsunuz ?

               Kendinizi şefkat dolu bir kabulle olduğu gibi görmeye var mısınız ? En acıyan yerlerinizi sizi yargılamadan olduğunuz gibi tam kabul edip gerçekten dinleyecek ve size ayna olacak biriyle ? Kendinizi tanıma sürecinde ve değişimler sırasında attığınız emin adımlarda size yol arkadaşlığı yapacak. Başkalarının başarı saydığı değerler üzerinde değil size özgü güçlü yanlar üzerinde yükselmenizi sağlayacak size özgü hiç bilmediğiniz değerlerinizi size yansıtacak...

             Bu yazıyı ne zamandır yazmak istiyordum ama bekledim . Gerçekten değiştiğimi kendim görene dek , içselleşene dek bekledim.  Beni soracak olursanız evet çok değiştim . Halen kendimle fikir ayrılığına düşme hakkımı koruyorum :) Düşüncelerimin , duygularımın ve davranışlarımın daha çok farkındayım . Tabi bunlar birdenbire olmadı 10 ay geçti eğitimler başlayalı ve ben kendim için koçluk aldım. En güzeli artık biliyorum ki önemli hayat virajlarında yanımda olacak bir sürü yol arkadaşım var.

            ''  SİZ EYLEME GEÇMEDİKÇE YA DA ÖĞRENDİKLERİNİZİ UYGULAMAK İÇİN HAREKET ETMEDİKÇE , EYLEM PLANINIZI GERÇEĞE DÖNÜŞTÜRMEDİKÇE HİÇ BİR ŞEY DEĞİŞMEYECEK '' Dost Can Deniz 

                Hep özgürce yazacağım bir bloğum olsun istemiştim . İstedim ve harekete geçtim okuduysanız dünyama dahil oldunuz ve hoş geldiniz.

                Son olarak şunu söylemek isterim çok saygı duyduğum biri bana öğretti ki ; ''Gerçek şefkat , şefkat duyulanın gözlerinden yargısızca bakabilmekmiş. ''Siz içinizdeki acıyan yerlere içsel bir şefkatle bakmaya ne dersiniz ? Gerçekten değişmeye ? Ya da olduğunuz halin sizin için en iyisi olduğunu fark edip daha huzurlu ve mutlu yaşamaya ... 


               


              
           
               
                

4 Ağustos 2015 Salı

HAYATA DAİR


                   YENİDEN BAŞLASAYDIM HAYATA !!!      

Eğer, yeniden başlayabilseydim yaşamaya,
İkincisinde, daha çok hata yapardım.
Kusursuz olmaya çalışmaz, sırtüstü yatardım.
Neşeli olurdum, ilkinde olmadığım kadar,
Çok az şeyi
Ciddiyetle yapardım.
Temizlik sorun bile olmazdı asla.
Daha çok riske girerdim.
Seyahat ederdim daha fazla
Daha çok güneş doğuşu izler,
Daha çok dağa tırmanır, daha çok nehirde yüzerdim.
Görmediğim bir çok yere giderdim.
Dondurma yerdim doyasıya ve daha az bezelye.
Gerçek sorunlarım olurdu hayali olanların yerine.
Yaşamın her anını gerçek ve verimli kılan insanlardandım ben.
Yeniden başlayabilseydim eğer, yalnız mutlu anlarım olurdu.
Farkında mısınız bilmem. Yaşam budur zaten.
Anlar, sadece anlar. Siz de anı yaşayın.
Hiçbir yere yanında termometre, su, şemsiye ve paraşüt almadan,
Gitmeyen insanlardandım ben.
Yeniden başlayabilseydim eğer, hiçbir şey taşımazdım.
Eğer yeniden başlayabilseydim,
İlkbaharda pabuçlarımı fırlatır atardım.
Ve sonbahar bitene kadar yürürdüm çıplak ayaklarla.
Bilinmeyen yollar keşfeder, güneşin tadına varır,
Çocuklarla oynardım, bir şansım olsaydı eğer.
Ama işte 85′indeyim ve biliyorum…
ÖLÜYORUM…
Jorge Luis BORGES

DUA VE KADER


         DUA KADERİ DEĞİŞTİRİR



    
Vaktiyle bir ateşperest, oğlunu
evlendirmektedir.
Düğün günü çok koyun ve
inek kesilir.
Et kokuları mahalleyi sarar.
Ancak evin bitişiğinde Müslüman dul bir
kadın, dört yetimiyle yaşamaktadır.
Hepsi de günlerdir açtırlar.
Kadıncağız, düğün evinin
kapısını çalıp, 'ateş' ister.
Ancak maksadı başkadır.
“Belki yemek verirler” diye
gitmiştir.
Adam, kadının niyetini anlasada!
bir şey vermez.
Kadıncağız, bir daha gidip 'ateş' ister. Yine eli boş döner.
Üçüncüde yine öyle.
Ama ne olur bilinmez, bu defa acır
kadına.
Hallerini anlamak için dehlize iner ve
dayar kulağını bitişik evin duvarına ve dinler.
Yetimcik, annesine yalvarıyor:
- Anneciğim, ne olur bir daha git.
Belki bu sefer bir şey verirler.
Kadın ağlamaklıdır:
- Üç defa gittim! yavrum! Artık utanıyorum.
Adam bunu duyar.
Kalbi sızlar. güze bir 'Sofra' hazırlatıp, gönderir evlerine.
Ve dehlize inip, dinler yine.
Yetimlerin en küçüğü dua ediyor:
- Ya Rabbi!
O nasıl bize ikram ettiyse, sen de
ona ikram et!
Onu imanla şereflendir!
Ardından;
- Âmiiiin! sesleri yükselir.
O anda, kalbi döner ateşperestin.
Ve 'Şehâdet'i getirip imanla şereflenir.
Nitekim Sadaka, belâyı önler.
Ama dua, kaderi değiştirir!   ( Alıntıdır )


DÜŞÜNCE - 1


                  DÜŞÜNCE
  


                Koçlar danışanının düşünce biçimine saygı duyarlar .Danışanın düşünce ve öğrenme biçimine uyum sağlarlar.Bu yazı dizimde düşüncenin de her kişide farklı şekillerde gelişeceğini bunlar hakkında edinilecek bilgilerle bu farklılıkları yargısızlık potasında eriterek daha kaliteli iletişim kurulabileceğini önce kendime anlatmak istedim...

                    İnsanoğlu 11 yaşından sonra '' SOYUT '' düşünür hale gelir. Düşünce türlerini incelemeye başlarken ünlü çocuk psikiyatristi J. Piaget'in şu cümlelerini aktarmak isterim :

                 '' Çocuk ya da ergen 11 yaşından sonra tümevarım ve tümdengelim yöntemleri ile düşünebilecek düzeye erişir. Zihinsel işlemler , bütünleşmiş yapılardan kaynaklanmaktadır. Bu yapılar ,gelişmenin tümüyle yöneldiği denge tiplerini belirler. ''

                   Düşünce insan beyni biçiminde özel şekilde organlaşmış olan maddenin doğal biyolojik gelişme  tabanı üzerinde ve insan çalışmasının etkisiyle toplumsal gelişmenin sonucu olarak doğmuş olan en yüksek ürünü. İnsanın bilinçlenme süreçlerinin tümü içinde ayırt edici özelliği , nesnel gerçeği kavramlarla soyut düzeyde ve dolaylı olarak yansıtan psişik faaliyetlerden ibaret olan en yüksek biçimi.

                  Düşünme iç psisik bir faaliyet olarak kavramlarla işlem yaptığı için , duyumların algılayabildiği nesnel gerçekten uzaklaşabilir , tek tek nesnelerin sınırlarını aşabilir. Duyumlarla edinilmiş deneyimlerden gelen malzemeyi işler karşılaştırmalar , analizler , soyutlamalar , genellemeler yaparak , içinde henüz farklılıkların doğmamış olduğu bütünlük içinden geneli , asliyi , zorunluyu seçip ayırır ve bunları kendi maddi , dilsel varoluş biçimleri olan soyut kavramlar ve sözcükler biçiminde sabitleştirir. Bu bağlamda manaya kıyafetler giydirir...




                  Düşünme kavramlar ve mantık yardımı ile fikirsel modeller kurabilir. Bu modeller doğa ve toplum olaylarını açıklamada hatta gelecekteki olaylar ve süreçler hakkında tahminlerde bulunmayı sağlar. Yani soyut düşünme yetisi nesnel gerçeğe ilişkin sınırsız bilgi edinme olanağına yol açar.

                Düşünme belli yasalara göre yürütülen aktif bir faaliyettir. Bu yasalar öğrenildiğinde düşünsel işlemler rasyonelleşir , formülleşir ve böylece de modellenebilir. Hesap makineleri ve çok hızlı düşünen bilgisayarlar gibi. Günümüzde düşünce halen mantık , psikoloji , nöropsikoloji , sibertenik ( insani müdaheleye gerek duymadan dış dünyanın ihtiyac ve dalgalanmalarına göre kendi kendini düzenleyebilen sistemler üreten bilim dalı ) , enformasyon teorisi ( içerik olarak iletişimi ele alan tamamen istatiksel olan teori) gibi alanlarda sayısız araştırma ve deneylerle bilim adamları tarafından araştırılmaya devam etmektedir.

              Bir sonraki yazıda da düşünce biçimlerini inceleyelim.Sevgiyle kalın...